top of page

Suret ve Suretin Ötesi: Olimpos Sergileri I, Portre 

Sanat Dünyamız, Mayıs-Haziran 2019

Olimpos Sergileri I, Portre, Sadık Paşa Konağı

Portre, sureti zaman ve mekâna konumlandıran bir janr. Altın ve gümüş sikkelerdeki imparator portrelerinden, devlet adamlarının dökme demirden büstlerine, Rönesans soylularının arkalarında sahip oldukları toprakların uzayıp gittiği portrelerinden bugünün “Ben buradaydım” diyen selfie’lerine… Bu çizgide düşününce insanın kendi imgesini yaratma isteğinde nerede ve ne zaman sorularına göre şekillenen nasıl sorusunun cevabını aradıklarını hissediyoruz. Ben nasıl bir insanım? Yaşadığım düzende ne noktadayım? Güçlü müyüm, güzel miyim, zengin mi? Bu açıdan portrenin süregiden bir kimlik buhranı olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Taner Ceylan’ın Olimpos Sergileri adıyla başlattığı sergi dizisinin ilkinde Portre temasını seçmesini de günümüzün süregiden kimlik kriziyle bağlantılı görüyorum.Dizinin ismi Ceylan’ın sergi masraflarını çıkarmasını sağlayan Olimpos’taki zeytinliğinden geliyor. Yıllar önce gördüğü yemyeşil bir orman ve beyaz örtülü bir masaya doğru uçtuğu bir rüyasının devamı ve habercisi olan bu zeytinlik ve içindeki ev bu sergi dizisine hem ilham hem de araç olmuş. Zeytinliğin hasadından elde edilen zeytinyağları Ceylan’ın koleksiyonerleri tarafından bu vizyonu gerçekleştirmeye destek olmak niyetiyle satın alınmış ve böylece rüyadaki masanın etrafı da hızla dolmaya başlamış. Ceylan bu sergi için fikir alışverişi içinde olduğu on sanatçıdan birer portre istemiş. Cihangir’deki Sadık Paşa Konağı’nın dört katına yayılan bu çalışmalarda varoluş deneyimi ile üreten sanatçı kimliğini anlamlandırmaya yönelik denemeler izliyoruz. Dorian Gray’in Portresi’nde olduğu gibi insanın, eylemleri, düşünceleri, inançları, idealleri suretinde yankı bulsaydı bu suret neye benzerdi? Oscar Wilde’nin büyülü romanındaki gibi bizi kendimiz ile yüzleşmekten kurtaracak sihirli bir portremiz olmadığından kendi özneliğimizi anlamlandırma çabasının içinde barındırdığı ızdırap potansiyelini teslim etmek gerek. Bu ızdırap bugün yaşadığımız dünya hakkında tarihte hiç olmadığı kadar çok bilgiye sahip olduğumuz, geçer akçe değerlerin hızla değiştiği bir gürültü çağında kendi öz değerlerimizi bulmak için verdiğimiz çetin mücadeleye denk düşüyor.

Konağın giriş katıyla eksi ikinci katı arasında konumlanan Hakan Çınar’ın mermer büstü bu mücadele deneyiminin dürüst bir ifadesi. Beyaz mermerden oyulmuş ve yüz detaylarından yoksun figürde, sanki bir kumaşın içinde havasız kalmış gibi ağır bir boğulma duygusu okunuyor. Nüansların kaybolduğu, formun önemsizleştiği, bireyliğin eridiği bir ara-durum.

Heykelin başlığını vermekte bilerek geciktim, çünkü bu işin içine girdiğinde heykelin bağlamı da değişiyor. Francis Bacon’un Papa Innocent Portresinin Ardından Etüt isimli çalışma sanat tarihsel bir referans zincirini devam ettiriyor. Francis Bacon’ın Papa Innocent resmi Velazquez’in aynı adlı portresine atıfta bulunuyor. Bacon’ın bu resmindeki düşey fırça hareketleri bana hep figürün ışınlanmakta olduğu duygusunu verir. Sanki sinyal kesilmek üzere ve görüntü her an gidebilecekmiş gibi… Benzer bir düşeyliği Çınar’ın heykelinde ve heykelin yerleştirildiği düzende, aşağı kata inen spiral merdivenin içinde ve antika bir kristal avizenin sivri uçlu kristallerinin altında yakalamaya devam ediyoruz. Çınar’ın batı sanatından ustaların yapıtları üzerine düşünüyor olması ne ifade ediyor? Bu soruyu sergide yer alan, Ophelia’ya doğrudan referansıyla Rugül Serbest’in ve Metin Çelik’in klasik atölyedeki sanatçı janrına dâhil olan otoportresi için de sorabiliriz.

İstanbul’da bir Osmanlı konağında düzenlenen bu sergi doğrudan Batı resminin bir janrı olan portre üzerine şekilleniyor. Bilindiği gibi Batı’nın insan figürü ve suretine yaklaşımı ile Doğu’nunki birbirinden oldukça farklı. Batı’nın üç boyutluluk hissi veren, gerçeklik yanılsaması yaratacak denli canlı suretlerine karşılık Doğu (ağırlıklı İslam etkisi altında olan) sanatlarında suret temsil edilmez de ona çeşitli şekillerde işaret edilir. Doğu ve Batı’nın sanat anlayışları arasındaki bu belirgin farkı modern Türkiye’de bir sanatçı olmak hakkında düşünmeye yönelten bir araç olarak ele alabiliriz. Daha açık bir ifadeyle Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, imparatorluktan ulus devlete uzanan süreçte yaşanan Batılılaşma ve/veya modernleşme ile birlikte yürüyen kimlik krizinin sanat kolunda neler olduğunu sormaktan bahsediyorum. Sanat eğitimindeki baskın Batılı sanat anlayışı ve görme biçimleri ile oldukça arka plana atılmış olan bu coğrafyanın sanat anlayışı ile aramızdaki ilişkiyi sorgulamak hâlâ aciliyetini koruyor. Bu yüzden sergideki birçok sanatçının Batı sanat tarihini doğrudan değerlendirdiği çalışmalar ilgi çekici. Bu çalışmalar sanatçıların kendilerini eğitimini aldıkları bu gelenek ile özdeşleştirdiklerini ya da kendilerini onun diliyle anlamaya çalıştıklarını mı gösteriyor, yoksa bu durumu sorunsallaştırdıklarını, dualitenin ötesinde bir ifade aradıklarını mı gösteriyor, söylemek zor. Ancak kendisi de akademik resim eğitimi almış ve kültür tarihi konusunda oldukça duyarlı bir ressam ve hoca olan Taner Ceylan’ın sergiyi kurgularken bu sorgulamanın gerekliliğini hesaba kattığını düşünüyorum.

Onur Hastürk’ün Otoportre’sini bu çerçevede serginin en kritik yapıtı olarak değerlendirmek mümkün. Pelur kâğıdına benzer yarı saydam ve incecik kâğıtlar üzerine altın kontürle yapılmış otoportre tezhip ve minyatür sanatından besleniyor. Mitolojik figürlerle kurulan bu suret bana hat sanatıyla oluşturulan sembolik Hz. Ali yüzlerini çağrıştırıyor. Portre aynı tür birer kâğıdın üzerine yapılmış biri siyah biri altın rengi karenin ortasında sergileniyor. Modern sanatın en kilit figürlerinden Malevich’in Siyah Kare’sinde önerdiği ruhsal derinlik ile İslam sanatının materyalist olmayan, tekrarda kendini gösteren tinselliği böylece yan yana gelmiş oluyor. Bu portre tek başına da sergilenebilirdi kuşkusuz, fakat iki yanındaki, omuzdaki melekler gibi konuşlandırılmış iki kare karşıt anlayışlardaki birliğe yönelik bir önerme yapıyor. Kullanılan kâğıdın dokusu sıklıkla Doğu’yla özdeşleştirilen ruhsallığı taşıyor. İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ında varoluşu anlamlandırmaya çalışan karakterin ölen bir geyiğin bedenini kesip açtığında karşılaştığı, bedeni terk etmekte olan gri beyaz dumanı hatırlatıyor. Hem ruhun hem de bilinmezin grisi. Tam da orta yerinde durduğumuz, daha derinlemesine irdelememiz gerektiğine inandığım bir gri alan.

Konak, Polonya asıllı bir devlet adamı olan Michal Czajkowski’ye Müslüman olup Osmanlı hizmetine girerek Mehmet Sadık Paşa adını almasından sonra hediye ediliyor. Konağın bugünkü sahiplerinden Seyhan Özdemir Sarper’in araştırmalarına göre Çayka Paşa hayatının önceki döneminde Polonya’nın Ruslara karşı bağımsızlığına yönelik diplomatik görevler üstlenmiş, daha sonra yirmi yıl boyunca Osmanlı hizmetinde çalışmış, hayatının son döneminde ise Ortodoksluğa geri dönmüş ve bu sefer Rus Çarı’nın Slavlar’ın hamisi olduğu yönünde bir görüş benimsemiş. Çayka Paşa’dan sonra farklı aileler arasında el değiştirmiş, bir dönem okul olarak kullanılmış olan konak geçtiğimiz sene Halil Altındere’nin sergisine ev sahipliği yapmıştı. Bugün büyük ölçüde viran hâlde olan konağın aurası Ceylan’ın yapıtları içine yerleştirdiği ve her bir detayı özenle düşünülmüş dekor ile birleştiğinde ortaya etkileyici bir sergi deneyim çıkmış. Kendi ülkesi ile Osmanlı arasında, dinler ve fikirler arasında karar kılamamış, hiçbirine yerleşememiş bir adam olan Çayka Paşa’nın konağında hep arada kalmış kimlikler olarak modern Türkiyeli’yi, sanatçıyı ve genç sanatçıyı düşünmek manidar.

Sergi mekânında Antik Yunan dekorlarını çağrıştıran dökümlü perdeler, yarı dökülmüş desenli fayanslar, çiçekli duvar kâğıtları, ışıklandırma, mekâna özgü tasarlanmış koku ve uzmanına danışarak seçilmiş orijinal Osmanlı mobilyalarıyla bir tiyatro sahnesi yaratılmış. Fantezi denebilecek bir gerçeklik hayal edilmiş. İzleyiciyi sadece eserlere odaklanmaya iten beyaz küp teorisini ciddiye almayan bu sergileme biçimi yalnızca görsel ve zihinsel değil ruhsal bir deneyim yaratıyor. Kendi suretimiz ve suretimizin ötesine yönelik bir ilham bulmak için tasarlanmış bir oyun alanı gibi. Bazen sahne dekorunu değiştirmek ve yepyeni bir oyun kurmak, kimliğimizi gerçekliğe kalibre etmenin ve kimliğin temsilinden ötedeki özüne yaklaşmanın anahtarı olabilir.

bottom of page